23 Eylül 2008 Salı

Kedicik

Bu kediciği sokakta gördüm, kaldırımda kıvrılmış yatıyordu. "Aaayyy" dedim "Ne şirin, bir resmini çekeyim" yanına yaklaşınca hemen kalkıp o da bana yaklaştı. Galiba bir şey vereceğimi sandı. Ben de bu anı resmettim. Malesef şefkatten başka ona verecek bir şeyim yoktu...

19 Eylül 2008 Cuma

İftar açmak ??


"İstanbul'da ünlü türbeler ilk iftarını açmak isteyenlerin akınına uğradı. " (25.09.06/Akşam)
"Iğdır Valisi Saim Saffet Karahisarlı, Çocuk Yuvasını Ziyaret Ederek İftar Açtı" (13.10.06/İHA)
"İktidar takımı ve muhterem eşleri ayrıca gecekondulara gidip iftar açtılar." (03.12.2003/Emin Çölaşan)
"İftarını açanlar hareketlenince izdiham oluştu, yol ortasında iftar açan kadınlar ezilmekten zor kurtuldu." (17.10.04/Radikal)
"İftarı kuru fasülyeye kaşık sallayarak açan da var. Kişi başına 130 YTL'ye iftar açan da..."(25.09.06/Vatan)


Yukarıdaki cümlelerde dikkatinizi çeken bir şey oldu mu hiç? Olmadıysa bir daha okuyun.Kiminiz hemen farkettiniz, kiminiz de ne var gayet doğal cümleler dediniz, fark etmediniz bile.. İşte bu hata gün geçtikçe çoğalıyor. Verdiğim örnekler sadece yazılı basından. Bir de televizyonlarınızı açın, haberleri seyredin. Bu hataya düşen ne kadar insan var dikkatlice bakın. Üstelik çoğu da spiker, muhabir, yazar vs.. Belki o kadar da büyütülecek bir şey değil diyorsunuzdur. Fakat abartmazsak da kimsenin göreceği yok! Şunu belirtmeliyim ki Türkçe'yi çok iyi bildiğimi ve her zaman doğru kullandığımı iddia etmiyorum. Sadece duyarlı olmak, çok iyi bilmesem de bildiğim kadarını ayakta tutmak istiyorum o kadar...

"Başbakan bugün ilk orucunu evinde açtı" demek dururken; "Başbakan bugün evinde ilk iftarını açtı" deniyor!
'İftar açmak' deyimi kulağımı iyiden iyiye tırmaladığı bir gün "İftar edilir de, açılır mı aceba?" diyerek bu deyimin yanlış kullanıldığını düşünmeye başladım. "İyi de spikerinden tutun en tanınmış yazarlar bile böyle söylüyor. Herkes yanlış ben mi doğruyum" diyerek yanlış düşündüğümü de düşünmedim değil hani...
Beynimdeki soru işareti ısrarla noktaya dönüşmek istiyordu. Kendimce cevaplar üretiyordum. İftar, oruç açma demek. Açmayı açma olamayacağına göre. İftar açılmaz diye kanaat getirdim. Fakat buna biraz daha açıklık getirmek istiyordum. Sonunda Süleyman Ateş'in şu cevabı beni tatmin etti:


"İftar, fatr, futur kökünden gelir. Fatr yarmak, açmak, başlamak demektir. Allah göklerin ve yerin fatırıdır yani bunları yokluktan ortaya çıkarandır. Orucunu bitirecek olanın ilk yemek yemesine iftar denilir. Arapça’da futur, sabah kahvaltısıdır. Bilindiği gibi sabah kahvaltısı günün ilk yemeğidir. Yeme eyleminin önünü açtığı için kahvaltıya futur denmiştir. Terim olarak iftar, oruçlunun orucunu açmasına denilir. İftar açmak tabiri “açmayı açmak” gibi anlamsız bir söylem olur. “İftar etmek” olur ama “iftar açmak” olmaz."

Ne hediye ama

Aralığın ikisiydi. Yani benim doğum günüm. Kendi aramızda toplanıp doğum günümü kutlamıştık.Teyzemler bana doğum günü hediyesi olarak düz taban bir ayakkabı almışlardı. Ben normalde çok düz ayakkabı giyemem azıcık da olsa topuğu olmalı giydiğim ayakkabının. Neyse aldıkları ayakkabıyı denedim. Ayağıma büyük gelmişti. Zaten benim ayakkabı numaramdan bir numara yüksekti. Yine de onlar üzülmesin diye sesimi çıkarmamış 'güzel güzel' diyerek memnuniyetimi göstermeye çalışmıştım.

Ertesi gün okula (lise 1'e gidiyordum) giderken annem tutturdu bu ayakkabıyı giy diye. Her nekadar istemesem de teyzemlerin kulağına gidip üzülmesinler diye giymiştim ayakkabıyı. Hatır için çiğ tavuk yenirdi de ayakkabı giyilmez miydi?

Zar zor okula gitmiştim. Okulda da epey rahatsız etmişti ayakabı ayağımı. Giymemek için bir bahane bulmuştum yani. Benimki de akıl.. Giymezsen giyme yav! sanki silah zoruyla verdiler.

Neyse öyle böyle okul bitmiş eve gidiyorum. Ayakkabı ayağıma bir giriyor bir çıkıyor. Bir an evvel eve varma telaşındayım. Acele acele adım attığım yerde birden ayakkabı ayağımdan fırlamasın mı?

Hızla fırlayan ayakkabı önümde yürümükte olan bir gencin ayağına çarparak durmuştu. Tam da eve yaklaşmıştım. Bizim her zaman alış veriş yaptığımız marketin önünde cereyan etti olay. Bakkalın çırağı da kapı da Benim karizma yerlerde...

Ayakabı ayağımdan 6-7 adım ileriye fırladı. Ayağına ayakkabım çarpan genç aniden durdu. Ben de seke seke ona doğru geliyorum. Çocuk bir ayakkabıya bakıyor bir de bana. hani kitap falan olsa alıp geitrecek.. Gülmemek için zor duruyor belli. Sek sek bitmiyor yollar Bir yandan da gülüyorum tabi.

Velhasıl vardım ayakkabımın yanına. bir yandan ayakkabımı giyiyor, bir yandan da ondan özür diliyorum. O değil çocuk ne gülüyor ne de bir şey söylüyor. Öyle kalakaldı.

Bre mübarek ne durursun var git yoluna. Hiç ayakkabısı fırlayan kız görmedin mi yani?

O gün ilk ve son giyişim olmuştu ayakkabıyı. Artık hiç bir kuvvet giydiremezdi onu. Hatır matır tanımam rezil olmuştuk yahu! Ertesi gün okula giderken sanki dışardakiler 'aaa ayakkabısı fırlayan kız' dercesine bana bakıyordu.

Aradan yıllar geçmesine rağmen unutamadığım tek hediye... Ne hediye ama... Gel de unut...

16 Eylül 2008 Salı

Tüttüren tüttürene...








Sigaranın sağlığı ne derece etkilediği, hatta ölüme sürüklediği bilindiği halde neden insanlar sigara içmekten geri durmuyor? Sigara içenlerin azalması şöyle dursun neden bile bile insanlar sigaraya başlıyor?





Sigara içenlere ve onların yakınlarına sorduğumda geneli bu illetin 'stres atmak' için kullanıldığını söylüyor. Peki ama stres atmanın başka bir yolu yok mu? Sigara kullananlar streslerini böyle atıyorsa sigara kullanmayanların hepsi stresli mi oluyor yani?


Elbette sadece stres atmak için başlanmıyor sigaraya. Sigara içmeye özellikle genç yaşlarda özenti ve merakla başlanıyor. Bu özentiye de genelde arkadaş etken oluyor. İzmir ili lise öğrencilerine yapılan bir ankette


"Sigarayı deneme ya da başlama nedeniniz nedir” sorusuna, öğrencilerin %52.6’sı merak, %36.2’si özenti, %11.3’ü ise bunların dışındaki çeşitli nedenleri belirtmişlerdir. (bkz:<a href="http://www.toraks.org.tr/journal/text.php3?id=158" target="_blank">torksdergisi/Bulgular</a>)


Görüldüğü üzere sigaraya daha çok merak ve özentiyle başlanıyor. Peki bunun önüne geçmek için neler yapılmalı? Ya da neler yapılmamalı?


Dikkat ettiniz mi herhangi bir filmde muhakak sigara içen bir adam oluyor. Sanki sigara içememek bir eksiklik. İyi olsun kötü olsun her adamın elinde bir sigara! İyi adamın da elinde sigaranın olması çocukların sigaraya özenmesine neden olabilr. Gerçi RTÜK onun da çaresini buldu. Yoksa daha mı dikkat çekici oldu orasını henüz kestiremedim.Bilindiği üzere RTÜK "Alkol, tütün ürünleri ve uyuşturucu madde kullanımını özendirici türde yayın yapılmaması” kararı almıştı. Artık sigara içen bir insanı görüntüsü kapatılıyor filimlerde. Fakat komik bir durum var. Sigara içecek olan zat sahnede sigarasını çıkarıyor, cebinden çakmağını, kibritini neyse çıkarıyor, ağzına doğru götürüyor, ağzına sigarayı koyduğu anda sigaranın üzerine buzlu cam gibi bir görüntü geliyor. İşin tuhaf yanı yalnızca sigarayı içerken sansür konuyor. Sigara elindeyken masanın üzerindeyken sansür yok. Bunu da elimize gözümüze bulaştırmışız yani.





'Gerçek Kesit' diye bir program vardı bir zaman, şimdilerde var mı bilmiyorum. Gazetelerdeki olayların canlandırmaları yapılırdı bu programda. İşte bu programdaki canlandırmalarda hususi oturur sayardım. Kaç kişi, kaç kez sigara içecek diye. İnanın sadece bir sahnede en az 5 kez sigara yakıldığını biliyorum. Yahu ne gerek var o kadar göstermeye. Tüttüren tüttrene olmazki canım biz de pasif görücü oluyoruz sonra:) Hadi bizi geçtim sigara kullanan birinin sigarasını yeni söndürmüş olmasına rağmen o görüntüler sonrasında tekrar yakmasına sebep olunuyor. Bunu da dayımda görmüştüm. Kendisi malesef ki sigara kullanıyor. Ve 'Elimde değil su gibi bir şey işte. Nasıl ki kana kana su içen birini görürsen su içesin gelir, benim de sigara içen birini gördüğümde sigara yakasım geliyor' demişti.





Ahhh ahh ne desem bilmem ki. O kadar sigarayı bırakma yöntemleri anlatılıyor, bir sürü kurluş destek oluyor. Ama onlar geri adım atmıyorlar.

Ne desek boş galiba... Boşuna mı yazdım şimdi bunca şeyi


Heyyy sennn!! Bu yazdıkalrımı sigaranı tüttüre tüttüre mi okudun yoksa? Aşağıdaki resmi sana armağan ediyorum


Papatya



Papatyalar, yasak bahçenin çiçekleri değil,
Kırların ve başlarımızın tacıdır.
Tek papatya koku vermez,
Dostlarıyla birlikte mutludur çünkü.
Dostları varsa yanında güzel kokusunu sunar insanlara.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Bir Yiğit Asker

Bir Yiğit Asker


Memleketimin en ücra yerinde bir asker durur

Adı gibi yiğit, namı gibi mağrur

Düşman gördüğünde üzerine yürür

Sert bakışıyla onlar ateşe bürür


Bakışı ateştir lakin namerdi titretir

Duruşuyla toprağı inletir de inletir

Gözü kara, kendi de yağız bir yiğit

Nöbette dimdik, içinde vardır hep ümit


Anası daima 'aslanım' derdi de

Bir kükreyiş duymamıştı evladından kendine

'Yiğit, oğul, aslan oğul, mert oğul

Düşmana teslim olma asla, kendi kanında boğul!'

Gelincik ve sözde sefil bitki



Bir gün kırda gezerken, rüzgârın etkisiyle süzülen bir gelinciğin hemen yanındaki taşı fark etmemiş taşa takılıp biraz sendelemiştim. Ve ayağımın takıldığı o taşa, aklım da takılmıştı...


Can havliyle farkında olmadan eğilip, taşı fırlatmak için kaldırdığımda hemen altında eciş bücüş olmuş, biraz da sararmış bitkiler gördüm. O ihtişamla süzülen gelincik çiçeğiyle aynı toprağın altında serpilmek için harekete geçen tohumlar, tam da gün yüzü görmek üzereyken başlarını topraktan kurtardıkları sırada o taşa rastlamıştı. Fakat bu cılız bitkiler pes etmeyip, taşın altında sağa-sola ve yukarı doğru hareket etmeye çalışmış bu kıvranışlarla varlıklarını yerinde saymadan sürdürmüşlerdi.


Elime aldığım minik bir çubukla bitkiye dokundum. Dibindeki toprağı biraz eşeleyip, yanımdaki su şişesinden bir miktar suyu döktüm. Şuan ne halde bilemeyeceğim ama eminim ki yanındaki gelincik çoktan solmuş o ise yemyeşil olup canlanmıştır…


İşte, insanlar da bu bitkiler gibi dedim sonra. Kiminin önünde hiçbir engel yokken içinde bulunduğu ortamın, anın kıymetini bilmeden öylesine süzülürler hayatta; gelincik misali… Kimisi ise karşısına çıkan en büyük zorluğa bile meydan okuyabilir. Ve o sefahattekilere inat pek çok şey başarıp başkalarına da faydalı olurlar. Hayatını gıpta ile okuduğum Hellen Keller buna çok güzel örnektir. Bu zat kör, sağır ve dilsiz olmasına rağmen hayata öyle sıkı sarılmış ki normal bir insandan daha fazla şey başarmış.


Gelincik çiçeğinin ufacık bir dokunuşla hemen yapraklarını döktüğü gibi, mücadele nedir bilmeyen insanlar da en ufak bir zorlukta depresyona girebiliyor. Oysa ki çalışan çabalayan ne ya da kim olursa olsun sonunda mükâfatı alıyor. Nasıl ki ben gayriihtiyarî o taşı kaldırıp o bitkinin rahat bir şekilde yaşamını sürdürmesine vesile olduysam, güçlükleri aşmaya çalışan şahsın da öyle bir yardımcısı karşısına çıkar. Çünkü her şeyi gören, işiten, bilen Biri var!..



Uçuğu olanların dikkatine


Uçuk nedir bilmeyeniniz varsa söyleyeyim; daha çok dudak kenarinda ya da burun çevresinde kasintiyla ortaya çikan kabarcıklardır. Enfeksiyona mikrop değil, herpes denen virüs neden olur.


Bünyesi zayıf insanlarda sıklıkla görülür. Çünkü vücut direnci düştüğünde ortaya çıkar. Özellikle ateşli hastalık sonrasında oluşur. Ayrıca stresinde etkisinin olduğunu duymuştum. Gerçi stres neye etki etmiyor ki? Bütün hastalıkların başını çekiyor.



Bir gün üst dudağımı komple uçuk sarmıştı. Hatta burnumun çevresine kadar gelmişti. Ben de doktora gitmiştim. Doktor şöyle uzaktan bir bakış baktı, reçeteyi yazdı. İnsan ışık mışık tutar ne bilim şöyle yanaşır bakar falan ama yok. Yahu baktım bişey soracağı da yok, iyisimi ben şikayetimi söyleyim dedim. Ve


"Doktor bey bende bu uçuklar çok çıkıyor aceba neden?" dedim


Doktor dedi:


"İşte bazı insanlarda devamlı çıkar, bazılarında da nerdeyse hiç görülmez." (Ne aydınlatıcı bir cevap. )


"Neden oluşuyor aceba?" dedim sonra.


Doktor ayrıntılı öğrenmek istediğimi anlamış olacak ki, derin bir nefes çekip şöyle dedi:


"Mikrobik reaksiyon değil bu herpes simplex hoydodovoyvoydooo virüsü envfeksiyona neden oluyor. Bu herpes simlex hoydodovoyvoydo virüsü gingivostomotibibilibebili çevresinde lezyon yapar...." (falan da filan uzunca garip sözcüklerin olduğu bir cümle kurdu ben burda sadeleştirdim hatırladığım kadarıyla )" (Bu arada yukarıdaki tıbbi terimlerin hodan ve todan sonrasını uydurdum ha)


Neyse ben de doktora "Hııı" diyerek kafa salladım. Teşekkür edip çıktım. (Yoksa kaçtım mı demeliydim ) Aslında niye kaşıntı oluyor diye de soracaktım da içeri çantası ilaç dolu bir bayan girdi. Dedim şimdi bu hanım ilaçları pazarlamaya çalışacak ekmeğine mani olmayım. Yoksam sorardım. Tıbbi terimleri çıkarınca anlaşılıyor dediği (Ne kalıyorsa tabi. )



Uçuğunuz çiktiğinda siz ne yaparsiniz? Bu konuda deneyimim çok. Basim uçukla beladadir çoğunlukla. Uçuk için sadece bir kez doktora gittim ve son gidişim oldu o da. Kendim tedavi yöntemleri geliştirdim. Doktora gittiğimde bir haftada geçti. Kendi yöntemlerimle iki günde faydasını görüyorum inanın. İşte deneyimlerim:



Limon uçuğa iyi geliyor. Ben limonun içindeki pütürler varya (posa diyorlar sanirsam ), neyse iste onu çikarip uçuğun üzerine koyuyorum bunu gün içinde birkaç defa değistirerek yapiyorum. (Kremlerden çok daha etkili. Uçuk kremi uçuğu önce büyütüyor sonra kabuk bağlatıyor. Küçücük yara, oluyor kocaman bişey) Limonu bu şekilde düzenli olarak yaptığımda bir günde uçuk yayılmadan ve büyümeden kuruyor. Uçuğun kuruyup kabuk bağlamasi iyiye iserettir.


Eskiden babam uçuğa kaşık basardı. (Tahta kaşığı ocakta ısıtıp ısıtıp uçuğun olduğu bölgeye basardı) Bu yöntem de etkili bir yöntem. Fakat çok acı verici. Onun için artık ben limondan başka birşey kullanmıyorum.
Uyarılar: Uçuğun olduğu bölgeyi asla islatmayin. Uçuk kabuk bağladiktan sonra asla kuoparmayın. Fakat yarayi sicak suyla temizlemenizde yarar var, bunu banyo yaparken yapmanizi tavsiye ediyorum zira nemle birlikte yumusuyor. sabun ve sicak su da mikrobu öldürüyor
Dikaat!! uçuğa asla kolonya sürmeyin. Ve elinizi dokunmayin, çok çabuk dağiliyor..



NOT: Bunlar tecrübeyle sabittir. Bilimsel bir dayanağı yoktur ya da var ben bilmiyorum

Baltalar elimizde...




Bir grup ilkokul öğrencisi okuldan dağılırken hep bir ağızdan;


“Baltalar elimizde, Uzunu ip belimizde, Biz gideriz ormana hey ormana” şarkısını söylüyorlardı.


Neşe içinde sanki gerçekten ellerinde balta varmış gibi bir heyecanla haykırıyorlardı bu şarkıyı. Belli ki müzik dersinde işlemişler, akıllarında kaldığı kadarıyla da söylüyorlardı…


Çok ilginçtir ki orman sevgisini ‘baltalar elimizde’ diyerek aşılıyoruz o körpe beyinlere. Çocuklar bu sözlerle orman sevgisini nasıl algılarlar düşünmek bile istemiyorum. Misal çocuk babasına der:


“ Baba bugün derste ‘orman’la ilgili bir şarkı öğrendik.” Baba hemen atılır:


“Merak ettim, ezberlediysen söyle bakalım ” der. Çocuk derin bir nefes alır ve başlar şakıyı söylemeye:


“Baltalar elimizdeeee
Uzun ip belimizdeeee
Biz gideriz ormana
Hey ormaaanaaaa…



Yaşlı kütük seçeriiiiiz
Testereyle biçeriiiiiz
Biz gideriz ormana
Hey ormaaanaaaa”



Ardından da:


Hadi babacım ormana gidelim, ben çok merak ettim ormanı.” der.



Baba da teşvik amaçlı;


“Ooo aslan oğlum benim! İşte babasının oğlu nasıl da severmiş ormanı da merak edermiş benim oğlum. Tamam, hadi hemen gidelim” diyerek mutlu olduğunu ve onu onayladığını oğluna gösterir.


Tabi çocuk babasının tebriğiyle daha bir göze girme gayretine girişir. Koşarak bahçedeki baltayı kapıp gelir. Elindeki baltayı omzuna atıp:


“Tamam babacım ben hazırım, hadi gidelim”


Baba şaşkın:


“Hönkkk!!!”



Öyle ya öğretmen öğretti bu şarkıyı, baba da onayladı. Çocuk da doğal olarak söylenenleri uygulamaya çalıştı…



Şarkıyı söyleyen o gruptaki öğrenciler belki de ne söylediklerinin farkında değiller. Peki bu şarkıyı yazan kişi ne yapmak istediğinin farkında değil miydi? Amacı neydi gerçekten? Ormanların faydasını, onları nasıl korumamız gerektiğini öğretmek, fidan dikmek yerine baltaları elimize verip ormana göndermek de neyin nesiydi?


Galiba bu şarkı yedi cücelerden esinlenerek yazılmıştı. Onlar da ormancıydı ya... Ellerinde boylarından büyük balatalarla 'ağaç kesmek' için koyuluyorlardı erkenden yollara...


Ne güzel ağaç sever bir ülkeyiz, vay be...



14 Eylül 2008 Pazar

Küçük Mimar:)






Kırlentlerin arasından havalı bir edayla göz kırpan afacan benim yeğenim olur. Kendisi 4 yaşında. ve koltukların kırlentlerini toplayıp yol, tren, ev ve çeşitli kuleler yapıyor. Diyorum bu çocuk büyüyünce ya muhendis olur ya mimar.



Burada kırlentlerle kendine ev yapmış. O küçük ara da güya penceresi. Oradan da tv izliyor



Herşey yerli yerindeyken. Onu salona bırakıp oturma odasına geçmiştik. Döndüğümüzde böyle bir şekille karşılaşınca bu eşsiz yapının fotoğrafını çekmek istedim. O da fark edince hemen poz verdi. Zamane çocukları işte...